Son 5 yılın en iyi 10 Netflix filmi

Netflix son zamanlarda hali hazırda çekilmiş olan filmleri bünyesine katmaktan çok orijinal içerikler üretmeye dikkat ediyor. Netflix’in yapımcılığını üstlendiği filmlerin sayısı arttıkça da bazı filmlerin olumsuz eleştiriler almaları kaçınılmaz oluyor. Ancak yine de Netflix, pek çok yönden evde film izlemek için pek çok kişinin bir numaralı tercihi haline geldi. Netflix, filmlere dair gişe istatistiklerini ve gelen eleştirileri diğer platformlara kıyasla çok fazla umursanmıyor. Platformda her ne kadar basit ve kötü filmler de yer alabilse de kaliteli film yapımcılarının ürettikleri filmlerin de Netflix’te şu ara yükselişte olduğu görülüyor.

Scorsese, Cuaron, Soderbergh ve Coen kardeşler gibi usta isimler şimdiye kadar Netflix için film yapan isimlerden bazıları. Sadece 2019 yılında Altın Küre’de en iyi drama kategorisinde yer alan beş filmden üçü Netflix yapımı olarak karşımıza çıkıyor. Film yapımcılarının gün geçtikçe Netflix’e daha fazla yönelmesi sayesinde piyasada Netflix’in daha baskın bir hale geldiğini ve filmlerin ödül almaya devam edeceğini görebiliriz.

2010’lu yıllarda Disney’in gişe filmlerini domine ettiğini görsek de önümüzdeki on yıl için Netflix bu durumu değiştirecek gibi görünüyor. İyi ya da kötü, bu iki platform da seyircilere film sektörünün geleceğinin sadece sinema salonlarında yer almadığını gösterdiler. Netflix’in izlediği politikalar tartışılabilir olsa da çıkardığı filmler platforma abone olmama durumunu biraz zor kılıyor denebilir.

Gelin şimdi birlikte son beş yılda Netflix’in yaptığı en iyi filmlere göz atalım.

  • Happy as Lazzaro (IMDb puanı: 7.6)

Netflix Orijinal olarak isimlendirilen filmler hem Netflix’in yapımcılığını üstlendiği hem de dağıtım haklarını satın aldığı filmlerden oluşuyor. Yani festivalde gösterimi yapılan filmler Netflix tarafından satın alınıp herkesin evinde izleyebilmesi için platforma yükleniyor. İnternet üzerinden gerçek zamanlı veri akışı sağlayan Netflix gibi platformlar, son zamanlarda festivallerin vazgeçilmezi haline geldi. Bu platformlar sayesinde New York ve Los Angeles gibi şehirlerde yaşamayan insanlar da uluslararası sinemayı deneyimleme fırsatı bulabiliyorlar.

Happy as Lazzaro, Netflix’in satın aldığı filmlerden bir tanesi. 2018’de gerçekleşen Cannes Film Festivali’nde En İyi Senaryo Ödülü alan film, İtalyan dramasını çok iyi bir şekilde yansıtıyor. Film, kuzey İtalya’da dünyanın geri kalanından soyutlanmış ve tarımcılıkla uğraşan illegal bir topluluk hakkında. Lazzaro adındaki genç adam ise bu yoksul topluluğun içinde yaşayan altın kalpli bir karakter olarak karşımıza çıkıyor.

Film hikaye olarak çok fazla olay içermese de başkahraman sayesinde seyirciyi kendine çekiyor. Filmin ortalarında seyirciye ilginç bir deneyim yaşatacak beklenmedik bir olay gerçekleşiyor. Happy as Lazzaro, ayakları yere basan bir gerçekçiliğe sahip olsa da bazı büyülü unsurlar da içeriyor. Gerçekleşen doğaüstü olaylar, filmdeki yoksul dünya bir sıra dışılık katıyor.

Filmdeki gerçeklik acıtsa da Lazzaro’nun o dünya üstü hali hikayeye modern bir peri masalı görünümü kazandırıyor. Film ayrıca yavaş ilerlediği için biraz sabırlı ve açık fikirli olmanızı gerektiriyor, ancak izlemeye devam ettiğiniz takdirde eşsiz bir deneyim yaşamış olacaksınız.

  • Atlantics (IMDb puanı: 6.8)

2019’da Cannes Film Festivali Büyük Ödülü’nü kazanan Atlantics, hüzünlü olduğu kadar güzel bir aşk hikayesi anlatıyor. Senegal’in başkenti Dakar’da geçen film, inşa edilen modern, yeni ve kocaman bir binanın hem gerçek hem de mecazı anlamda gölgesinde kalıyor. Binanın inşaatında çalışan işçiler ücretlerini almak için süreci durduruyorlar ve bir grup genç adam yasadışı göçmenleri taşıyan bir gemi ile İspanya’ya gitmeye çalışıyorlar. Bu göçmenlerin içinde Souleiman de vardır ve arkasında derin bir aşk paylaştığı Ada’yı bırakmıştır.

Filmde trajedi gerçekleştiği zaman her ne kadar bu durum hüzünlendirse de bu durumun içinde kahramanları ruhsal bir gelişme beklemektedir. Film, ters köşe yaptığı noktada hem düşünce hem de sunum açısından kendisini bir yukarı basamağa taşımış oluyor. Anlatılan bir aşk hikayesi olsa da film, gerçek dünya sorunları ve acı gerçeklerle yüzleşmekten de geri kalmıyor. Atlantics, çok şey söylemek isteyip de bunu zoraki yapmayan filmlerden bir tanesi olarak karşımıza çıkıyor.

Ekrandaki dünya, gerçekten de yaşanmış hissi veriyor ve o dünyaya kendinizi yakın hissediyorsunuz. Filmde, gördüğümüz her şeye dair derin anlamlar bulabileceksiniz. Bunlara örnek olarak uzun sekans olarak çekilmiş okyanus sahneleri ve hissedilen güzellik ile korku hissi gösterilebilir. Atlantics sizi şaşırtacak ve orijinal ve dokunaklı aşk hikayesiyle sizi kalbinizden vuracaktır.

  • The Ballad of Buster Scruggs (IMDb puanı: 7.3)

Joel ve Ethan Coen ortak yapımı olan bu film Netflix’te karşımıza çıkıyor. Oscar ödüllü Coen kardeşler, uzun zamandır Vahşi Batı tarzı filmler ile özdeşleştiriliyor. Örneğin, True Grit filmi klasik bir eserin yeniden çekimi olarak karşımıza çıkarken No Country for Old Men’i ise Vahşi Batı tarzı üzerine daha modern bir uyarlama olarak görmüştük. Coen kardeşlerin filmleri genelde benzer karakterleri, kurguyu ve temayı paylaşıyorlar. Coen filmlerinde çöl, karakterler ve onların ilginç öyküleri için güzel bir manzara oluşturuyor.

The Ballad of Buster Scruggs filmi her ne kadar Coen kardeşlerin ruhunu yansıtsa da tarz olarak diğer filmlerinden farklı bir yerde duruyor. Bunun nedeni ise filmin altı farklı hikayeye bölünmüş olan bir antoloji olmasından kaynaklanıyor. Her bir hikayenin farklı bir örgüsü ve havası olsa da her hikayenin Coen kardeşlerin Vahşi Batı dünyasını yansıtıyorlar.

Filmdeki hikayelerin bazıları diğerlerinden daha akılda kalıcı ve sinematik denilebilir. Ancak filme bütün olarak bakıldığında her biri ortaya özgün birer hikaye çıkarıyor. Özenle seçilmiş oyuncu kadrosu, karakterleri ve olay örgüsü ile filmi izlerken büyük bir keyif alacaksınız.

  • The Other Side of the Wind (IMDb puanı: 6.9)

Orson Welles 1985 yılında öldüğü halde hayatını anlatan bu filmin 2018 yılında yapılması oldukça şaşırtıcı olmuştu. Film, 1970’lerin başından itibaren Welles’in son filmi tamamlanamadan öldüğü kadar olan zamanı ele alıyor. Welles’in ölümünün ardından filmi tamamlamak ve yayınlamak için girişimlerde bulunuluyor. Ancak 2018’e yani The Other Side of the Wind filminin çekimleri bitene kadar bu mümkün olmuyor. 100 saatlik gerçek görüntülerden yararlanılan 2 saatlik film, Welles’in son günlerini konu alıyor. Welles’in otobiyografik olmadığını söylediği filmde John Huston tarafından oynanan yönetmenin hayatı Welles’inki ile benzerlikler taşıyor.

Filmde düşsel bir anlatımla sergilenen bir Hollywood partisi ile filmin içinde yer alan filmden oluşuyor. Parti sahneleri pek çok kez kesildiği için takip etmesi biraz zor oluyor. Ayrıca kamera kalitesi, renk ve ışıktaki değişimler de bazen sinir bozucu olabiliyor.

Filmi izlemeyi biraz zorlayıcı bulabilir ve zaman zaman dikkatinizin dağıldığını görebilirsiniz. Ancak filmin neredeyse 40 yıl önce çekişmiş görüntülerden derlendiğini düşünürsek durumun normal olduğunu ve filmin buna rağmen başarıyla ulaştığını söyleyebiliriz. Özellikle Welles’in bir insan ve yönetmen olarak hayatını merak ediyorsanız filmi mutlaka izlemelisiniz.

  • The Little Prince (IMDb puanı: 7.7)

Animasyon tarzı film yapan Pixar dışında pek çok stüdyo olsa da kaliteli animasyonlar söz konusu olduğu zaman Pixar’ın piyasayı domine ettiği söylenebilir. Bu nedenle The Little Prince filminin Pixar yapımı olduğunu düşünebilirsiniz ancak değil. Hem yetişkinler hem de çocuklar için olan film, yaratıcı ve eğlenceli yönüyle ve içerisinde yer alan sevgi ile seyircilere anlamlı bir mesaj iletiyor.

1943’te yazılmış olan ve Türkçede Küçük Prens olarak bildiğimiz çocuk kitabından uyarlanan film, küçük bir kızın prestijli bir okuldaki hayatına başlamasını anlatıyor. Yaz boyunca küçük kıza yaşlı komşusu Küçük Prens hikayesini anlatmaktadır. Bu hikaye, büyülü karakterleri ve bu karakterlerin yaşadığı garip evren ile ilgilidir. Filmi seslendiren kadro oldukça güçlü olup Jeff Bridges, Rachel McAdams, James Franco, ve Benicio Del Toro isimleri içermektedir.

Aynı kitap gibi film de hayal gücü ile doludur ve çocukluk büyüsü ile anlatılmaktadır. Ayrıca animasyon olmasıyla birlikte filmde yaşlı adamın anlattığı Küçük Prens hikayesi, esas filmden farklı bir tarzda çekildi. Film ile ilgili en özel olan şey ise filmin çocukluğun önemi ile ilgili olarak güzel bir masal anlatarak mesaj vermesi oluyor.

  • Okja (IMDb puanı: 7)

Okja; çevre, şirketler ve et tüketimi hakkında önemli mesajlar içeren ve kocaman bir domuz hakkında olan bir film. Ancak film bu önemli konulara rağmen bir yandan da eğlenceli olmayı başarıyor. Bong Joon Ho’nun aksiyon-macera tarzı olan bu filmi seyircilerin ilginç bir deneyim yaşamalarını sağlıyor. Kadrosunda ünlü ve başarılı oyuncular olmasına karşın Okja, yayınlandığı zaman izlenme konusunda zorluklarla karşılaştı. Bu nedenle de aslında Netflix için iyi bir seçimdi. Bu sayede film gişe baskısından uzak kalabilmiş oldu.

Okja, Kore’nin dağlarında büyük bir şirket tarafından üretilen ve sevimli bakıcısı Mija tarafından yetiştirilen süper bir domuzun hikayesini anlatıyor. Okja tamamen büyüdüğü zaman domuzu Mija’dan geri almak ister. Ancak Mija buna karşı çıkar ve domuzun süpermarket raflarında yerini almasını önlemek için onu kurtarmaya karar verir.

Bong Jook Ho, farklı film türleri arasında denge sağlamasıyla ünlü bir yönetmen. 2019’da yönetmiş olduğu Parasite filmiyle drama, komedi, aksiyon ve korku ögelerini başarılı bir şekilde harmanlayan Koreli yönetmen, bunu yaparken hikayeyi beklenmedik bir şekilde sunmasını biliyor. Okja, içerisinde daha az film tarzı barındırıyor olsa da atmosfer olarak yönetmenin diğer filmleriyle ortaklıkları bulunuyor. Filmde bir mezbahada geçen oldukça karanlık ve izlemesi zor sahneler bulunuyor. Bazı sahnelerde ise Tilda Swinton ve Jake Gyllenhaal tarafından canlandırılan ve uç noktalarda yer alan karakterler yer alıyor.

Okja dram yönünün yanında sizi eğlendirecek anlara da ev sahipliği yapıyor. Bir yandan da mesajını vermeyi ihmal etmeyen film, bunu yaparken dengeyi kurmayı da iyi biliyor. Okja, baştan sona eşsiz ve farklı bir deneyim sunuyor.

  • Mudbound (IMDb puanı: 7.4)

Netflix’te bol miktarda eğlencelik filmler bulunuyor. Ancak platform, Mudbound ile eğlenceli filmlerin sadece Adam Sandler tarzı bir komedi değil de farklı şekilde sunulabileceğini de gösteriyor. Film, çiftçi aileyi anlatıyor ve İkinci Dünya Savaşı sonrası Mississippi’de geçiyor. Film, Amerika tarihindeki karanlık ve rahatsız edici zamanları cesur bir şekilde gösteriyor.

Mudbound’ın bütün oyuncu kadrosu film boyunca cesur performanslar sergiliyor. Filmde özellikle savaştan dönen askerler olan Jamie ve Ronsel arasındaki ilişkinin verdiği umut dolu sahnelere şahit oluyoruz.  Ancak filmin geneline bakıldığında ırkçılığın yoğun olduğunu ve bu nedenle de çoğu zaman olayların trajediye döndüğünü görüyoruz. Özellikle Klu Klux Klan tarikatının yaptığı işkencelerin yer aldığı sahneleri izlemek oldukça zor oluyor. Baskıcı bir toplum, yer ve atmosferde geçen film, izlerken kendinizi zaman zaman rahatsız hissetmenize neden olacaktır.

Mudbound’da işlenen toplumsal ırkçılık ve savaş travması günümüzde hala geçerli olan konular arasında yer alıyor. Dee Rees tarafından yönetilen filmde olayların geçtiği dünya ve karakterler oldukça gerçekçi bir biçimde yaratılmış. Her ne kadar izlemesi zor bir film olsa da zorlayıcı hikayesi ve oyuncuların unutulmayacak performansları ile mutlaka izlemeniz gereken bir film.

  • Marriage Story (IMDb puanı: 8.2)

Yönetmen Noam Baumback son on yıl için oldukça başarılı işler ortaya çıkardı. Bu süreçte yedi film yapan yönetmen Frances Ha ve The Meyerowitz Stories gibi ses getiren filmlere imza attı. Son olarak Marriage Story ile 2010’lu yıllarda yapmış olduğu en iyi filmi seyircilerin beğenisine sunmuş oldu.

Baumback’ın özel hayatında yaşadığı tecrübelerden esinlenerek yaptığı Marriage Story, evlilikleri başarısız olmuş bir çitin boşanma sürecini anlatmaktadır. Konu her ne kadar ağır ve üzücü olsa da film buna rağmen samimiyeti ve komik anları her gün yaşadığımız olaylar içerisinde verebiliyor.

Film bir boşanma hikayesini anlattığından dolayı ağır ve seyircileri derinden etkileyen bir dramaya ev sahipliği yapıyor. Bütün bu süreçte yer alan duygusal süreç Adam Driver ve Scarlett Johansson tarafından oldukça çarpıcı bir şekilde yansıtılmış. Onların güldükleri, ağladıkları, bağırdıkları ve kavga ettikleri her sahnede olayların gerçek olduğuna inanıyoruz. Filmde özellikle çift arasında gerçekleşen bir kavga oldukça gerçekçi ve bu nedenle herkesin bu sahneden konuşmasına şaşmamak gerek. Çiftin boşanma avukatlarını oynayan Laura Dern ve Ray Liotta da filmde oldukça başarılı yardımcı oyunculuk sergilediler.

Marriage Story, boşanma sürecini dengeli ve açık bir şekilde anlattığı için ortaya son derece başarılı bir iş çıkmış. Filmde gerçekleşen kavgalarda her iki karakterin de kendilerine has hataları ve güçlü yanları olduğu için her ikisine de zaman zaman hak verebiliyorsunuz. Çiftin kavgalarını izlerken onlarla bağlantı kurabiliyor ve anlayabiliyorsunuz. Boşanma sürecinde tek bir tarafın bakış açısını anlatmak Kramer vs. Kramer filminde olduğu gibi daha kolay. Ancak eşit derecede sevgi ve anlayışa sahip olan çiftlerin çatışmalarını yansıtmak daha zor. Buna rağmen Baumbach zor olanı başararak Netflix’teki yerini alıyor.

  • The Irishman (IMDb puanı: 8.1)

Pek çok iyi film yapımcısı Netflix’i eleştirse de kimileri ise platform takdir etmesini biliyor. Ancak yine de Martin Scorsese gibi bir ismin yeni filmini Netflix’te yayınladığını görmek oldukça şaşırtıcıydı. Bundan daha şaşırtıcı olan ise Netflix’in diğer şirketlerin istemediği tarzda bir film olan The Irishman’e destek vererek risk alması oldu. Film DeNiro ve Pacino gibi usta isimleri ağırlamasına ve Scorcese gibi bir yapımcıya rağmen yeterli desteği bulamamıştı.

Yaklaşık 3.5 saat süren filmde DeNiro, dijital efektler yardımıyla gençleştirildi. Film yayınlandıktan sonra dünya çapında övgüler topladı. Bir gangster filmi olan The Irishman, konuyu işleyiş tarzıyla pek çok ödülü toplayacak gibi görünüyor.

The Irishman, Frank Sheeran’ın ve organize suç örgütünün hikayesini anlatıyor. Filmin süresi uzun olsa da film, seyirciyi sıkmadan filmde tutmayı biliyor. Filmde kullanılan gençleştirme yöntemi bazen dikkat dağıtıcı olsa da filmin genel olarak kusursuz olduğu söylenebilir.

Filmin Scorsese’nin eski filmleri kadar eğlendirici ya da etkileyici olmasa da kariyerinin bu noktasında Scorsese’nin çekebileceği en iyi film olduğu hissini veriyor. Film, usta oyunculara bir saygı duruşu niteliğinde olduğu gibi aynı zamanda da ortaya yeni bir şeyler çıkarmayı başarıyor. Özellikle de The Irishman, Scorsese ve gangster türü için mükemmel bir son eser olma özelliği taşıyor.

  • Roma (IMDb puanı: 7.7)

Netflix için dönüm noktası olan bir filmden bahsedilecekse kuşkusuz ki bu Roma’dır. Roma, Netflix’in daha prestijli bir hale gelmesini sağladı. Roma’dan önce de Netflix’te kaliteli yapımlar yer almış olsa da hiçbir film Roma gibi uluslararası hayranlık ve övgü ile karşılanmamıştı.

Oscar’da 10 dalda adaylığı bulunan Roma bu adaylıklardan 3 tanesini kazandı. Pek çok insana göre Green Book filminin En İyi Film ödülünü kazanması Netflix gibi platformların geleceğinin yeterince takdir edilmediğini gösteriyordu. Ancak Roma’nın aldığı ödüllerle durumun böyle olmadığını gösterdi.

Filmde Alfonso Cuaron, bir hizmetçinin hayatını ve çalıştığı orta halli bir aileyi anlatıyor. Her oda, karakter ve sahne güzel detaylarla dolu. Ekranda görülen dünyanın her bir parçası o dünyada yaşandığını gösteriyor.

Filmin görselliği başlı başına modern sinemaya vurulan bir darbe gibi. Curaron’un imzasının uzun sekanslar, ışıktaki denge ve ustaca çekilmiş kareler olduğu ve bunların filmi gerçek bir sanat eserine dönüştürdüğü söylenebilir. Filmin yerlerin paspaslanırken gösterildiği açılış sahnesi bile eşsiz yönünü ortaya koyuyor.

Roma, gösterdiğinden daha fazlasını anlatan bir film. Roma’yı izlerken sevgi ve aile hakkında unutamayacağınız bir hikaye izleyeceksiniz. Roma, televizyonda ya da sinema salonlarında gösterilmesi fark etmeksizin bir filmin olması gereken her şeye sahip olduğunu gösteriyor.

Bir yorum ekleyin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak.