Panik nedir?
Ölüme çok yaklaştım!
‘’Nefes alışım gittikçe yavaşlamaya başlıyor. Sanki nefesim kesilecekmiş gibi hissediyorum. Sanki hava git gide inceliyor. Artık burnuma hava gelmediğini hissediyorum. Kısa ve hızlı nefes alıp veriyorum. Ardından nefesimin kesildiğini hayal ediyorum ve aklıma hastanede yaşadığım o olay geliyor. Sanırım nefesim kesilecek. Başım dönmeye ve kafam bulanmaya başlıyor. Artık ne oturabiliyorum ne de ayakta durabiliyorum. Adımlarımı saymaya başlıyorum. Ardından titremek ve terlemek geliyor. Aklımı kaybettiğimi ve birisinin üzerine yürüyeceğimi, kendimi ya da bir başkasını inciteceğimi düşünüyorum. Kalbim hızla atmaya başlıyor ve göğsümde bir ağrı hissetmeye başlıyorum. Göğüsüm sıkışıyor. Çok korkmaya başlıyorum. Bu hislerden kurtulamayacağımdan korkuyorum. Ardından tam manasıyla bir çöküş geliyor. Kimsenin artık bana yardım edemeyeceğini düşünüyorum. Öleceğimden çok korkuyorum. Neresi olduğunu bilmediğim güvenli bir yere kaçmak istiyorum.’’ (Beck & Emery)
Yukarıda verilen örnek, panik atak yaşayan birinin ne kadar katlanılması zor bir durumdan geçtiğinin en güzel örneklerindendir.
Panik nöbeti dakikalar ile sınırlı olsa da, kişinin yaşadığı korkuya katlanması oldukça zordur. Kontrolünü kaybettiğini düşünen, sanki zihnini bir sis perdesi kaplamışçasına, şaşkın ve çaresiz hisseden biri, dehşete kapılmaz mı? Kısaca özetlersek, panik ataklar, çarpıntı, baş dönmesi gibi bedensel belirtilerin eşlik ettiği, kısa süreli, diğer anksiyete bozukluklarında da görülebilen, akut olarak beklenmedik şekilde ortaya çıkan yoğun anksiyete nöbetidir. Panik ataklar aniden gelişmeye, 10 dakika içinde pik yapmaya, 5-20 dakika içinde bitmeye eğilimlidir. Geçirilen ilk panik ataktan sonra birey, bedensel duyumlara odaklanmaya başlar ve hassaslaşır, bir daha panik yaşayacağı durumları gözlemeye ve beklenti anksiyetesi yaşamaya başlar. Evden uzaklaşmak, trene, otobüse, uçağa binmek, asansöre binmek, alışveriş merkezine gitmek, sokakta yürümek bile yaşamı tehlikeye atmakla eş anlamlı hale gelmeye başlar. Panik atakları anksiyete bozuklukları yüzünden ortaya çıkmaktadır. Bu yüzden, panik ataklardan bahsederken, anksiyete ve korkulardan da bahsederiz.
Panik Bozukluk
Panik (Panikos) sözcüğü, Yunan tanrısı Pan’dan türetilmiştir. Pan, vücudunun üst kısmı insan, alt kısmı keçi biçiminde olan çobanlar tanrısıdır. Ürkütücü çığlığı ve korkunç görünümü ile sürülerin, orman ve su perilerinin korku içinde kaçışmalarına yol açar. Panik kelimesi, bir kimseyi ya da bir topluluğu, akılcı bir nedeni olmaksızın saran dehşet ve bunun yol açtığı büyük şaşkınlık, kargaşa ve karışıklık olarak tanımlanabilir. Panik bozukluğu, kendiliğinden gelişen ve beklenmedik panik atak oluşumu ile karakterizedir. Atakların beklenmedik ve kontrol edilemez olması, panik bozukluğu hastalarının hayatlarını sınırlamakta ve bu durumdan kaçınmak tek hedef olmaktadır. Panik bozukluk özgül fobi, sosyal fobi, yaygın anksiyete bozukluğu, agorafobi, ayrılık anksiyetesi, obsesif kompulsif bozukluk ve post travmatik stres bozukluğunu da içeren anksiyete bozukluklarından biridir.
Literatürde ilk kez, anksiyete atakları olarak tanımlanan durumlar için panik atağı terimini Klein kullanmış ve bu ayrımdan yola çıkılarak panik bozukluğunu farklı bir anksiyete bozukluğu olarak tanımlamıştır. Bu bozukluk 1871’de, Da Costa tarafından askerlerde sık rastlanılan ve yoğun bir göğüs ağrısı, şiddetli çarpıntı, yapısal bozukluğun olmadığı bazı kardiyak belirtilerle giden işlevsel bir sendrom olarak “irritabl kalp” adıyla tanımlanmıştır. Panik bozukluk ciddi ve yaşam kalitesini zayıflatan bir hastalıktır. Panik atak geçiren hastada, sosyal fobiler (topluluk içinde yemek yeme, bir gruba karşı konuşma, yabancılarla konuşma gibi) olabildiği gibi, panik atakların tekrarlanabileceği durumlara karşı da hastanın fobileri (asansör, toplu taşıma araçları, köprü ve otobanlarda araba kullanma, camiler vb) olabilir. Panik bozuklukta üç çeşit felaketleştirme kognisyonundan bahsedilebilir: fiziksel (örn.kalp krizi), zihinsel (örn. çıldırmak) ve sosyal felaketleştirme (örn. kendini küçük düşürmek).
Genellikle bu felaketleştirme yoğun bir kaçınma davranışına yol açmaktadır. Kaçma ve kaçınma davranışları bireyin durumla yüzleşmesini engellediğinden, korkulan durumun gerçek olup olmadığını, bu durumla başa çıkılıp çıkılamayacağını deneme imkanından bireyi mahrum bırakarak, korku döngüsüne hapseder.
Psikanalitik kuram
Freud kaygıyı yasaklanmış dürtü ve bilinçdışı fantezilerden kaynaklanan tehlikelere karşı egoyu uyaran bir sinyal olarak açıklamıştır. Tehlike algısı travmatik durumun yineleyeceği beklentisini temsil eder. Bu anksiyete savunma düzeneklerini harekete geçirir. Böylece, kabul edilmeyen dürtü ve isteklerin bilince çıkma tehlikesi karşısında benlik güçlerinin yetersiz kalması halinde egoda hissedilen, yaşanan duygu anksiyete adını almaktadır. Ayrıca, anksiyetenin doğum ile ilgili travmatik durumlar ile ilişkilendirmiştir. Dinamik açıdan anksiyete bir tehlike sinyali olarak görülür. Ayrılık anksiyetesi, koruyan ve besleyen önemli bir kişi ile bağın kopacağı tehlikesine ilişkin yoğun korku olarak tanımlanır. Agorafobi açıklanmasında çocuklukta ayrılma anksiyetesi öyküsü önemli bulunmaktadır, toplum içinde yalnız kalmak, terkedilme ile ilgili çocukluk anksiyetesini tekrar canlandırır. Reddedici ve küçük düşürücü durumlar, çocuğun kaygılı bir birey olarak yetişmesine sebep olur. Freud’a göre anksiyete, fiziksel ya da toplumsal çevreden gelen tehlikelere karşı bireyi uyarma, gerekli uyumu sağlama ve yaşamı sürdürebilme işlevlerine katkıda bulunur. Freud, egonun iç veya dış kaynaklarla baş edemediği durumlarda yüksek anksiyetenin ortaya çıktığını ifade etmiştir.
Varolmak, kaygılanmak mı?
Heidegger’in insan için kullandığı kavram Dasein’dır. Dasein, insan varoluşu ve aynı zamanda, anda yaşayan, burada olan kişidir. Ancak, panik yaşayan kişinin anda kalamadığı, burada ve şimdiyi yaşamadığı unutulmamalıdır. Panik, kişinin kendi varoluşuyla barışamama, benliği ile bütünleşememe halidir aynı zamanda. Kişi, kaygı duyarak kendi benliğini geliştirirken, paniğe kapılarak, varoluşsal sorgularından uzaklaşabilir. Heidegger, Dasein’de yapı bütünlüğünün temeline kaygı kavramını alarak nihayete kavuştuğunu ifade eder. Ancak, Heidegger’e göre kaygı deneyimi bir aydınlanma olarak düşünülürse, kişi kaygıyla bütün varlığını tekrar değerlendirebilir ve ulaşabileceği bütün diğer imkanları yeni baştan görebilir. Kaygı halindeyken her şey önemini kaybetmiş gibi görünür. Heidegger kaygı tecrübesini iki şekilde betimlemiştir. Bunlardan birisi her zamanki tecrübelerimiz olan bir huzursuzluk ve belirsizlik hissi ve bunu engellemek için alışık olduğumuz günlük işlere bir kaçış şeklinde beliren normal tepkidir. Daha az sıklıkta görülen diğeri ise bizim normal varlık duygumuzu bozan yoğun, yıkıcı bir hisle tanımlanan kaygı şeklidir. Bu ruhdurumu dünya ve kendimiz hakkındaki çıplak gerçeği açığa çıkararak bizim bütün alışıldık dünyadaki varolanları algılama tarzlarımızı temelinden sarsar. Heidegger’e göre varoluşsal kaygı, Dasein’ın gelecek imkânları ve kendi varoluşuyla alakalı tasalarından arınma endişesi veya bir üzüntü tutumu tarafından karakterize edilir. Kaygı Dasein’ın varoluşu ve dünyasallığı hakkındaki temel ruhdurumudur. Dasein için bu ruhdurumu, içteki bir hiçliktir; fakat bu hiçlik onun olabileceği nihai olanaklar içerisinde olabileceği en büyük varoluştur. Böylece kaygı, öyle bir huzursuzluk ortaya çıkarır ki yaşamının çoğunu böyle bir köşeye sıkışmışlık durumundan korunmak için harcar. Bu kaygı, derin bir anlam krizi olarak özetlenebilir. Kaygı modunda Dasein, kendi kendini kandırmaktan vazgeçip gerçek benliğini kavuşur.